Saturday 4 September 2010

Böyle Buyurdu Zoroaster*!


Yazının başlığına bakıp da Nietzsche’nin ünlü eserinden bahsedeceğim sanılmasın. Pekala konuyla bağlantılı fakat bambaşka denizlere dalmayı planlıyorum. Latinlerin ‘Asia Minor’ adını verdikleri bizimse 'Ön Asya' olarak bildiğimiz  topraklarda, bundan yaklaşık 6000 yıl kadar evvel yaşamış Antik Doğu uygarlıklarının kenttanrıcı toplum düzeninden tek tanrılı toplumlara nasıl geçtiklerine dair tarihsel birtakım bilgiler paylaşacağım sizlerle. Bu uzun ara ile de ilgili sonrasında detaylı bişeyler yazmak üzere şimdilik kısa bir açıklama yapmam gerekir diye düşünüyorum.
Efenim bilinmediği ! üzre yaklaşık bir aydır Egenin kuzeyinde memleketin zeytinyağı ile parlayan kentlerinden birinde tatil yapmaktaydım. Bu süre içinde gerçekleştirdiğim dinlenme ve tembellik statik eylemleri sonrasında daldığım derin konularla ilgili birtakım meseleleri, belki de sadece kendim için yakın zamanda açmış olduğum blogumda siz izlemeyenlerimle de paylaşayım dedim. Durum, bütünüyle benim şu sıralar yoğun bi şekilde odaklanmış olduğum ilk çağ medeniyetleri ve bu medeniyetleri oluşturan kentler ile ilgili okuduğum kitaplar ve kimi yayından edindiğim bilgilerle ilgili. Tabi bu okumalar, uzmanlığını yapmakta olduğum her ne kadar uzmanı olabileceğim de ayrı bi muamma olan yüksek lisans alanım olan kentsel tasarım alanı ile de dolaylı yoldan bağlantılı. Konu bu denli ilginç ve disiplinlerarası olunca arkeolojiden tutun antropoloji, sosyoloji, tarih gibi alanlara yapılan sapmalar ve ve bu sapmaların bir zaman sonra bünyede yarattığı baş dönmesiyle karışık merkez kaç etkisi haliyle kaçınılmaz oluyor. Lakin bu durum ne mutlu ki mimarlık mesleğinin ön ayak olduğu ve artık yaşam biçimi haline getirdiğim yarasa hayatı çok yaşasın, sabaha karşı 4 te bile tüm bunları tuhaf bir şevkle yazıya geçirmeme engel değil.
Lafı fazlaca uzattığımın farkına vararak asıl meseleye dönmek isterim.
Efenim Ön Asya medeniyetleri ve bu medeniyetlerin oluşturdukları toplum yapısının en birincil oluşturucusu olan dinlerin kent tanrılı dinler olduğundan girişte şöyle bir söz etmiştim. Öncelikle ne demektir kenttanrıcılık onu açıklayarak başlamak gerekir. Bilenler bilir; yazıyı bularak tarih öncesi devirlerden tarihi çağlara kendileri için görece küçük, insanlık için kocaman bir adım atan tarihin en eski uygarlığıdır Sümerler. İnsanlığın bu ilk uygar toplumunun ilk sosyal örgütlenme şekli kent devleti idi. Bu kent devletlerinin her birinde o kentin koruyucusu olarak belirlenmiş totemik bir kent tanrıçası vardı. Bu sayede, kentler toplumsal bir kimlik edinerek birbirlerinden ayrılıyordu. Örneğin Sümerlerde ilk kent devleti olan aynı zamanda tarihteki ilk kent olduğu bilinen Eridu kenti’nin  (ki şu an Irak sınırları içinde yer alan  Tell Abu Shahrain kentidir) koruyucusu bilgelik tanrısı Enki idi. Bir diğer eski Güney Mezopotamya kenti olan Ur kentininki ise Ay tanrısı Nanna. İşte bu durum o dönemin toplum yapısını oluşturan ve belki de toplumun şekillendirdiği bir inanış biçimi olan bir nevi çoktanrıcılık fakat daha çok kentlerin farklılaşması odağında şekillenen ‘kent tanrıcılık’ denilen düzendi. Zaman içinde aşağı Mezopotamya’da değişen sosyal yapı dolayısıyla bir kentin önderliğinde birkaç kent devletinin birleşmesi ile ‘yerel devlet’ denilen siyasi organizasyon biçimi oluşmuştu ve bu durum başka dinsel ideolojileri gerekli kılıyordu kuşkusuz. İşte baştanrıcılık denilen inanış da bu devrede ortaya çıkıyor. Buna göre diğer kentlerin başkent konumuna yükselen kentin koruyucu tanrısı önderliğinde birleşip birbirleriyle ilişkilenmeleri bu yeni dinsel ideolojiyi hakim kılıyordu. Daha da sonraları sosyal yapının bir başka evresi olan ‘bölgesel devlet’ yapısına doğru değişen toplum, baştanrıcılık kavramını ‘yaratıcı baştanrıcılık’ denilen, örneğin bölgesel devletin başkentinin tanrısının Marduk olduğu, bir başka dinsel ideolojiye doğru çevirecekti. Buraya kadar olan kısım bugün dünyada olan toplumsal örgütlenme biçimlerinin bir öncülü olarak düşünülebilir pekala. Fakat sonrasında ortaya çıkan yeni yapılanmalar günümüz medeniyetlerinin toplum yapısının muştulayıcısıdır demek pek de yanlış bi tanımlama olmaz sanırım.
Nerede kalmıştık. Evet son olarak bölgesel devlet yapısına ulaşan medeniyetimizin geleceği bir sonraki aşama tahmin edebileceğiniz üzre imparatorluk evresi. Bu geçiş evresinin hangi sosyo ekonomik şartlar altında gerçekleştiği ise elbette toplumda değişen üretim biçimleri ve ekonomik ilişkiler ile yakından ilgili.
İmparatorluk evresinin başlarında  toplumda baştanrıcılık denilen ideolojinin, yaratıcı baştanrının egemenliğin bölgeden bölgeye geçişine bağlı olarak değişimi söz konusuydu. Bu durum yeni toplum yapısı için sıkıntılı bir süreçti ve yeni bir çözüm üretilmesini gerekli kılıyordu şüphesiz. Yeryüzünde sorun çıkmaması kargaşanın önlenmesi için gökyüzündeki gibi tek bir egemen olması gerekliydi. İmparatorluğun ruhban sınıfı, hiç şüphesiz imparatorluğun selameti adına (!) yaratıcı baştanrının yeryüzündeki temsilcisinin imparator olduğunu bildiren bir ideolojinin tohumlarını eker topluma. Bu sayededir ki imparatorluk birliği uzun bir süre varlığını devam ettirecektir. Mezopotamya dincileri dini ideolojiyi insanlığın kültürel evrimi sürecinde bu noktaya kadar getirebilmişlerdi fakat daha gidilecek uzun bir yol vardı. Din adamları dönemin toplumsal sınıflandırması içinde-evet sosyal tabakalaşma uzun bir süredir vardı- son derece önemli konumdalardı ve farklı kentlerin farklı tanrılara adanmış tanrılarından besleniyorlardı. Dahası, Mezopotamya genelinde konfederatif bir örgütlenme içindeydiler. Bunlardan birinin tanrısının gerçek, ötekilerin uydurmaca olduğunu kabul etmek, pek tabi gelir kaynaklarının da kısılması otoritelerinin sarsılması anlamını taşıyordu. İmparatorluğa gelinince, dinsel ideolojinin evriminin tıkanma noktasına geldiğini gösteriyordu bu durum.
Tektanrıcılığa geçiş
Dinsel ideolojideki bu tıkanıklık ilginçtir ,Mezopotamya dışındaki iki toplumdan gelecekti. Bu noktada lisans öğrenimimde zihin açıcı molalar olarak gördüğüm Prof.Dr.Uğur Tanyeli’nin ‘mimarlık tarihi’ derslerini anmadan geçemeyeceğim. Geleneksel düşünce ve modern düşünce yapısının farklılığı bağlamında her ders bıkmadan tekrar ettiği geleneksel dönemlerdeki düşüncelerin, ‘düşünce üreticileri’ dışındaki diğer herkes tarafından sorgulanmaksızın kabul edildiği gerçeğini anlamak o dönem benim için biraz zor olmuştu doğrusu. Fakat söz konusu binlerce yıl öncesinin inanç düşüncesi olunca toplumun tutumunun ‘inanmak’ tan başka bir şey olamayacağı fikri makul görünen bir gerçek. İşte o dönemlerde her toplumda var olan bu ‘düşünce üreticileri’ Güney Mezopotamya’da da iş başındalardı ve değişen dünya düzeninin bekası adına yeni ideolojiler üretmekteydiler. Düşünmek yerine inanma alışkanlığını yaratan koşullar kuşkusuz üretim koşullarına bağlı şekilleniyordu. Sözgelimi, toplumsal artının tek bir kaynaktan (tarımdan) çekilip tek bir katmana ya da ortak çıkarlar çevresinde birkaç katmana evrildiği toplumlarda, egemen katmandan yana bir dünya görüşü bulunması gerekiyordu ve insanların bu minvalde oluşan inanç biçimine sorgusuz sualsiz  inanmaktan başka bir şansı olamazdı. Fakat bu durum, son kertede, düşünce üreticilerinin de kurdukları bu inancın tutsağı olup dışına çıkamamaları gibi bir paradoks yaratıyordu  ki  bu durum değişmekte olan toplum yapısı için pek de olumlu sonuçlar vermeyecekti. İşte bu noktada, tektanrıcılık düşüncesi  az evvel sözünü ettiğimiz Hindistan ve Mezopotamya arasındaki konumuyla İran da ortaya çıktı ilk olarak. Bu inanışta dönemin inançlarından son derece farklı biçimde ruhani tek bir varlığa inanmayı öngören soyut bir inanış biçimi söz konusuydu. Tek tanrıcılıktan ziyade çift tanrılı bir din olduğunu söylemek daha doğru olur, zira dualite inancının şekillendirdiği bu dinde iyilik ve bilgelik tanrısı ahuramazda ve ayın karanlık yüzü olan ahriman denen bir de kötülük tanrısı olduğuna inanılıyordu. İşte yazının başlığında adı geçen Zoroaster, bizim bildiğimiz adıyla Zerdüşt, bu dini ortaya koyan peygamberin Latincedeki adı. Zerdüşt peygamberin Med diyarında kırsal bir bölgede hayvancılıkla uğraşan soylu bir aileden gelen bir din adamı olduğu sanılıyor. Değişen üretim ilişkileri ve sosyal yapı düşünülünce Zerdüşt’ün konumu itibariyle bu yeni dini muştulamasının uhrevi yönünden ziyade dünyevi yönünün ağır bastığını görmek güç değil kuşkusuz. 
Öte yandan bu yeni inancın felsefesinde o güne dek gelen inançlardan son derece farklı olarak bedenden soyutlanmış ‘evrensel’ bir tanrı vardır. Her iyi insanın görevi, iyilik tanrısının yanında yer almaktır. Bunun karşılığında bu dünyada gönenç ,öte dünyada ölümsüzlük vaadi vardır. Zoroasterciliğin bu soyut idealist görünümünün yanı sıra pratiğe yönelik kısmı bizim konumuzu daha yakından ilgilendiriyor. Bu ise materyalist düşünceye daha yakın bir dinsel ideolojiyi toplum hayatını şekillendiren eylemler çerçevesinde topluma benimsetiyor. Kötülük tanrısı ahriman’ın safında olduğuna inanılan kötülük güçlerine bir bakalım. Onaltı kötülük gücü arasında bitkileri donduran soğuk, hayvanları öldüren sinek, tahılları kemiren böcek, sürüleri telef eden yabanıl hayvanlar, insanlara zarar veren yoksulluk, salgın hastalıklar, ürünü ateşe verme, kandökücülük, kadın hastalığı kötülük güçleri arasında sayılmıştır. Dahası günah tutkular, kötü düşünceler, yaradandan kuşkulanma, gurur ve zorbalık, doğal olmayan cinsel davranış, büyü gibi günümüz toplumlarının pek de yabancı olmadığı ahlak kuralları çerçevesinde bir takım sakıncalı davranışlar da belirlenmiştir. Kolaylıkla görülebildiği gibi kötülük güçlerinin her iki kümesi, insanlığın insan-doğa ve insan-insan ilişkileri alanlarında karşılaştığı sorunlarla pratik anlamda ilgilidir. Söz konusu inancın aydınlık tarafında yer alan iyilik gücü ise, bu sorunların çözülmesine yönelik davranışlardan başka bir şey değildir. Örneğin çalışma, kötü ruhu yok eden en etkili yoldur. Toprağı ekip biçen, aylak oturup tanrıya yakaran bin kişiden daha değerlidir. Buna karşın insanın bedenine işkence olarak görülen oruç gibi çileci yollar üretimi körelttiklerinden günah sayılmıştır.
Toplum yapısını gözeten, kollayan pratik yapısı ile Zoroastercilik kimi batılı yazarlarca çağdaş batı(burjuva) değerlerine yakın bulunmuştur. Hatta öyle ki, kimilerinde göre Persler Yunanistan'da yenilgiye uğramayıp Avrupa'yı imparatorluğa katabilselerdi, Zoroastercilik  Ortaçağ’da ve günümüzde Avrupa halklarının inancı olabilirdi. Dinlerin belirleyici ögelerinin, siyasal yapı ve üretim biçimleri olduğu gerçeği çerçevesinde bu sava net bir yanıt vermek mümkün olmasa da, şayet tarihsel olaylar böyle gerçekleşseydi gerçekleşemeyeceğini  kim iddia edebilir.
Neden sonuç ilişkisi bağlamında bakıldığında da kenttanrıcılıktan bugünün tek tanrılı inanış biçimlerine uzanan dinsel ideolojilerin kronolojik evrimini belirleyen başat konunun kentler ve toplumsal örgütlenmeler olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bugünün medeniyetlerinde ise din malum olduğu üzre artık yerini başka hakim ideolojilere bırakmıştır. Fakat Zoroaster, binlerce yıl evvel buyurdukları ile bugün hala birçok uygar toplumda geçerli olan ahlak kurallarını belirlemiştir. Bu aşamadan sonrası ise hepimizin aşina olduğu Musevilik ile başlayan tektanrılı dinlerin 'kabiletanrıcılık'tan evrilen süreçteki yolculuğu. Bu kısım ise bir başka yazının konusu şüphesiz. Fakat bir diğer yazın  konusu olarak yine İlk Çağ Anadolu Medeniyetleri’ndeki en eski kentleri, mimarlık mesleğinin edindirdikleri bağlamında sosyolojik ve morfolojik olarak incelemektir düşüncem. ‘Bu kadar laf kalabalığı yeter sıkıldık’ diyenler için daha eğlenceli olacağından şüphem yok ancak bilinmelidir ki mimarlık ve şehircilik, burada da sözü edilen sosyo-kültürel ilişkilerden ve toplumların siyasal yapılarından bağımsız alanlar değildir. Doğrusu, bir sonraki yazıda da  dimağlar bulanabilir, aydınlanmanın ışığı gözleri kamaştırabilir benden söylemesi. Bu dipnotu da vererek huzurlarınızdan ayrılıyorum. Görüşmek üzere…

* Zerdüşt peygamberin Latincedeki adı.

KAYNAKLAR
Alaettin Şenel, Kemirgenlerden Sömürgenlere İnsanlık Tarihi, İMGE kitabevi
Özlem Çevik, Arkeolojik Kanıtlar Işığında Tarihte İlk Kentler ve Kentleşme Süreci, Kuramsal Bir Değerlendirme, Arkeoloji ve Sanat Yayınları
Jean Louis huot, Jean Paul Thalmann, Dominique Valbelle, Kentlerin Doğuşu, İMGE Kitabevi