Sunday 12 December 2010

American dream!



Geçenlerde vahşi bilgi çöplüğünde dolanırken Batman çizgi karakter ve yaratılan dünyanın  kentleşme ve amerikan rüyası banliyo yaşantısına olan katkılarından bahseden bir yazıya rastladım ve onca işim olmasına rağmen konu beni heyecanlandırdığından olsa gerek iş gücü bırakıp- ki zaten şu aralar tembellik yapmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyorum- kafamdakileri henüz tam olarak toparlamadan  yazıya dökmeye karar verdim.
Amerikada 1900 lerin başı süperkahraman furyasının başladığı dönemde işler tamamen arz talep doğrultusunda piyasaya sunulmaktaydı.Türün arketipi olarak da tanımlanacak superman çizgi serisi DC comics tarafından piyasa sürüldükten bir kaç yıl sonra  tüm amerikada popüler kültür ikonu haline gelir. Çok geçmeden aynı şirket  yeni bir süperkahraman arayışına girecektir ne de olsa bu türün alıcı kitlesinin potansiyeli tahmin edilenin de üstündedir. 1939 yılında ise çizer Bob Kane  ve yazar Bill Finger'ın tasviriyle çizgi roman dünyasına yeni bir kahraman katılır:  Batman . Kısaca söz etmek gerekirse bu karakter varlıklı bir iş adamı olan Bruce Wayne’in alt benliğidir aslında. Çocukken sokakta annesinin gözleri önünde öldürülmesi Bruce’u bu tip suçluları ortadan kaldırmak için savaşan çift  kişilikli bir adama dönüştürmüştür. Batman’in  tarihsel geçmişiyle ilgili yazacak çok şey var kuşkusuz fakat benim anlatacaklarım  hikayenin geçtiği kurgu şehir Gotham’ın mekansal ,şehirsel öğelerinin sosyolojik olarak gerçek dünyada nelere işaret ettiği ile ilgili birtakım çıkarımlarda bulunmak.
Gotham şehri gerek çizgi romanda gerek ilk kez filme alınan burtonesk kurguda  gece, gündüz her daim karanlık bir şehir olarak tasvir edilir. Bu karanlık şehirde  bütün dükkanlar kapanır , insanların kendi kurallarını koydukları başıboş bir düzen peyda olur, ilkel dürtüleri ile hareket eden sosyopatlar sokaklarda kol gezer ; karanlığın çökmesi medeniyetin de çöküşünü simgeler. Mimar Charles Holland modernist, gıcırdayan ve buharlı  retro-futuristik bir kent imajı olarak tasvir ediyor Gotham city’i. Bu köhnemiş suç kentinin, ürkütücü yapısıyla o dönemlerde Amerikada nüveleri görünmeye başlanan suburban yerleşimleri için bir altlık oluşturduğu söylenebilir. kimilerine göre  kent merkezlerinin kokuşmuşluğunu anlatan ürkütücü senaryo içerik bakımından  new york city'nin distopik bir yansıması. Dolayısıyla böylesi bir ortamda toplumsal bilince yapılan baskılar ,insanların yeni yaşam alanları bulmasını gerektiriyordu ve dönemin kentleşme politikaları kent merkezlerinden kaçanlara bu yeni yerleşimleri işaret etmekteydi.(bizdeki 'gated community' lerin nasıl pazarlandığını hatırlayın.) Fakat burada ayrıca belirtmekte fayda görüyorum ki banliyo adı verilen konut yerleşimlerine tarihte  aslında çok daha eskilerde  ilk çağ yerleşimlerinde,sonraları ortaçağ kentlerinde rastlandığı biliniyor. Dolayısıyla banliyöler amerikada bu dönemde tam da bu yüzden çıkmıştır demek çok da doğru bi ifade olmaz. Fakat şu da bir gerçek ki modern kentlerde banliyoleşme hareketleri kent merkezlerinin sanayiye ayrılması ve yaşanılır alanlar olmaktan uzaklaşması sonucunda bir çözüm olarak sunuluyor. Banliyö olarak da bildiğimiz kent dışındaki bu yalıtılmış konut yerleşimleri için, orta sınıf amerikan ailesine üretimin ağırlıkta olduğu şehir merkezlerinden ,yeni tasarlanmış huzurlu, büyük bahçeli rüya yaşam alanlarına geçmeleri için  daha rafine yaşamlar  vaad eden bir nevi tekil kır evi anlayışının çoğullaşmış halidir de diyebiliriz. Kentli insan, modern yaşamın ve tüketim ilişkilerinin de gereği olarak artık daha kollektif bir yaşam kurgulamak zorundadır. Lewis  Mumford ise, ‘tarih boyunca kent’ kitabında bu mekanları 'toplumun elit kesimine ayrılmış yeşil gettolar' olarak tanımlar. Fakat herşeye rağmen o dönem kentsel dışa yayılma ile yeni yeni tohumlanmakta olan eğlence endüstrisi arasında gözle çok da net görülemeyen bir takım bağlantılar olabileceği gerçeğini de gözardı etmemekte fayda var. 

Gotham City değişiyor..

Konunun diğer bir ilgi çekici yanı Gotham City yaratılırken ilham alındığı düşünülen Amerikan kentleri ile ilgili. Gotham City bir çoklarına göre sadece New York ile özdeşleşen bir şehir değil. Yarım yüzyıldan fazla zamandır çizgi romanın sinema ekseninde de geçirdiği dönüşümler düşünüldüğünde Gotham kenti'nin geçirdiği evrim de kaçınılmaz olmuştur.. Örneğin Tim Burton un Batman‘inde şehir, daha çok gotik mimari unsurlarla bezenmiştir. Yapılarsa art neuvau ve art deco üslübunda biçimlenir. Ne var ki  bu biçimlenme Gotham City nin tarihindeki son değişim olmamıştır. 20. yy modern kentinin yeni malzemesi ve yeni strüktürünü izleyenlere sunmak için gotham kentinin  yıkıcı bir deprem geçirmesi gerekecektir.(destroyer adlı çizgi roman serisinde). Yeni gotham city  imajı ise bugünün ilk modern amerikan kentlerinden olan  şikago kenti ile benzerlikler gösterir. (ilginçtir şikago kenti de 1871 de geçirdiği bir yangın sonrası modernitenin en temel unsuruna uygun olarak ‘yeni’ den inşa edilmiştir. Aynı zamanda modern mimarlığın en mühim deney alanlarından biri olmuştur geçmişte ve hala da bu geleneği sürdürdüğü söylenebilir.) Hazır yeri gelmişken hayal gücünün ürünleriyle Gotham şehrine ve bilimum popüler kültür eserine ilham kaynağı olan, illüstrasyonları mimarlığına nazaran daha fazla değer görmüş önemli tasarımcı Hugh Ferriss’ten bir alıntı ;

Buildings like crystal. 
Walls of translucent glass. 
Sheer glass blocks sheeting a steel grill. 
No Gothic branch. 
No Acanthus leaf. 
No recollections of the plant world. 
A mineral kingdom. 
Gleaming stalagmites. 
Forms as cold as ice. 
Mathematics. 
Night in the Science zone.



Epeyce uzun bir döneme yayılan  bu değişim süreci son olarak Christopher Nolan’ın filminden (dark knight) de hatırlayacağımız gibi yeni biçine ulaşmıştır; yeni Gotham aydınlıktır artık. Cam ve çelik strüktürlü mega yapılarla çevrelenmiş  bu yeni kent , büyük ölçüde suçtan da arındırılmıştır.( yeni bölge savcısı asayişi düzene koymuştur.) 'Karanlık şehir' kavramı bundan böyle,  suçu, çürümeyi ve köhneleşmeyi anlatan eski bir metafor olarak kalacaktır. Fakat kentin evrimi devam etmektedir ve ilerleyen süreçte gerek sinemada gerek çizgi romanda neler olup bitecek doğrusu ben de merakla bekliyorum, izleyip göreceğiz.  

Saturday 11 December 2010

yetmişlik

kalabalıklararasındabizdenbirigibigillerden


Bugün otobüste yanıma oturan yaşlıca bi dayı bana elindeki iki gazeteden o esnada okumadığı diğerini uzatarak okumak isteyip istemeyeceğimi sordu kibar bi şekilde.yanında oturduğu kişiye o esnada yediği herhangi bişeyi uzatanı da gördüm  fakat bu ilk kez oluyordu. söylem de kibardı doğrusu ama böyle bi durumun nesi iyi olabilir diye düşündüm o esnada. bi anlık şaşkaloz bakakalıştan sonra  neyse ki toparladım. gazeteye şöyle göz ucuyla baktım bana uzattığı sabah, kendi okuduğu hürriyet idi. anlamsızca sırıtarak yok dedim teşekkürler. kulaklığımı takıp eylemime devam ettim. bi ara, gözüm onun okuduğu sayfalardan birine takıldı.bir habere..devletlü* ile ilgili bi şarkı yapmış ahmet şafak diye bir zat-ül tuhaf. şarkının adı yalnız kurt. ve bu zat, şarkısının devletlüü'yü  tanımladığını söylüyor. ve diyor ki “Yalnız Kurt, kalabalıklar arasında yalnız kalan bir idealistin duruşudur. Türkiye’ye özgü bir duruştur. Bu Yalnız Kurt duruşu, bireysel varoluş içinde, toplumsal sorumluluk demektir. Bu anlayışı en iyi temsil eden de Devlet Bahçeli’dir''.canım benim.derinleştik, hadi buyrun bakalım neler hatırladım..uzun bi aradan sonra bu anı tazece paylaşayım dedim.komikti...


*devlet bahçeli(matematikçi olan)

Wednesday 6 October 2010

itiraf

şirincede kaldığımız aparttaki eski panasonic marka pikap..
ve istanbul'dayken aradığımsahaflarda bile bulamadığım 'cumhuriyet dünya klasikleri' serisinden goethe nin faust adlı eseri.. kitabı oradan ayrılırken çantama atmadığım için duyduğum pişmanlık..şayet yolculuk sırasında okuduğum kitabı (j.j rousseau, dillerin kökeni üzerine deneme)  kitaplığın raflarına bırakmaya kıyabilseydim güzel bir takas olabilirdi.. artık çok geç. elde kalan bir iki hüzünlü fotoğraf beni avutur mu bilmem ama , pişmanım..bazen sadece yapmak gerek..


chimera

geçenlerde elime aldığım ufak bir parça beyaz kili elimde çevirerek var ettiğim ecünlü, chimera! o anki hastalıklı ruh halinin grotesk dışavurumu. sonradan sonraya baktıkça ürktüğümü farkettim..üzerindeki parmak izlerimi görünce bir parça rahatlıyorum. ve fekat 'gösteri toplumu' nun üzerinden bize doğru sırıtıyor insafsız..





Saturday 4 September 2010

Böyle Buyurdu Zoroaster*!


Yazının başlığına bakıp da Nietzsche’nin ünlü eserinden bahsedeceğim sanılmasın. Pekala konuyla bağlantılı fakat bambaşka denizlere dalmayı planlıyorum. Latinlerin ‘Asia Minor’ adını verdikleri bizimse 'Ön Asya' olarak bildiğimiz  topraklarda, bundan yaklaşık 6000 yıl kadar evvel yaşamış Antik Doğu uygarlıklarının kenttanrıcı toplum düzeninden tek tanrılı toplumlara nasıl geçtiklerine dair tarihsel birtakım bilgiler paylaşacağım sizlerle. Bu uzun ara ile de ilgili sonrasında detaylı bişeyler yazmak üzere şimdilik kısa bir açıklama yapmam gerekir diye düşünüyorum.
Efenim bilinmediği ! üzre yaklaşık bir aydır Egenin kuzeyinde memleketin zeytinyağı ile parlayan kentlerinden birinde tatil yapmaktaydım. Bu süre içinde gerçekleştirdiğim dinlenme ve tembellik statik eylemleri sonrasında daldığım derin konularla ilgili birtakım meseleleri, belki de sadece kendim için yakın zamanda açmış olduğum blogumda siz izlemeyenlerimle de paylaşayım dedim. Durum, bütünüyle benim şu sıralar yoğun bi şekilde odaklanmış olduğum ilk çağ medeniyetleri ve bu medeniyetleri oluşturan kentler ile ilgili okuduğum kitaplar ve kimi yayından edindiğim bilgilerle ilgili. Tabi bu okumalar, uzmanlığını yapmakta olduğum her ne kadar uzmanı olabileceğim de ayrı bi muamma olan yüksek lisans alanım olan kentsel tasarım alanı ile de dolaylı yoldan bağlantılı. Konu bu denli ilginç ve disiplinlerarası olunca arkeolojiden tutun antropoloji, sosyoloji, tarih gibi alanlara yapılan sapmalar ve ve bu sapmaların bir zaman sonra bünyede yarattığı baş dönmesiyle karışık merkez kaç etkisi haliyle kaçınılmaz oluyor. Lakin bu durum ne mutlu ki mimarlık mesleğinin ön ayak olduğu ve artık yaşam biçimi haline getirdiğim yarasa hayatı çok yaşasın, sabaha karşı 4 te bile tüm bunları tuhaf bir şevkle yazıya geçirmeme engel değil.
Lafı fazlaca uzattığımın farkına vararak asıl meseleye dönmek isterim.
Efenim Ön Asya medeniyetleri ve bu medeniyetlerin oluşturdukları toplum yapısının en birincil oluşturucusu olan dinlerin kent tanrılı dinler olduğundan girişte şöyle bir söz etmiştim. Öncelikle ne demektir kenttanrıcılık onu açıklayarak başlamak gerekir. Bilenler bilir; yazıyı bularak tarih öncesi devirlerden tarihi çağlara kendileri için görece küçük, insanlık için kocaman bir adım atan tarihin en eski uygarlığıdır Sümerler. İnsanlığın bu ilk uygar toplumunun ilk sosyal örgütlenme şekli kent devleti idi. Bu kent devletlerinin her birinde o kentin koruyucusu olarak belirlenmiş totemik bir kent tanrıçası vardı. Bu sayede, kentler toplumsal bir kimlik edinerek birbirlerinden ayrılıyordu. Örneğin Sümerlerde ilk kent devleti olan aynı zamanda tarihteki ilk kent olduğu bilinen Eridu kenti’nin  (ki şu an Irak sınırları içinde yer alan  Tell Abu Shahrain kentidir) koruyucusu bilgelik tanrısı Enki idi. Bir diğer eski Güney Mezopotamya kenti olan Ur kentininki ise Ay tanrısı Nanna. İşte bu durum o dönemin toplum yapısını oluşturan ve belki de toplumun şekillendirdiği bir inanış biçimi olan bir nevi çoktanrıcılık fakat daha çok kentlerin farklılaşması odağında şekillenen ‘kent tanrıcılık’ denilen düzendi. Zaman içinde aşağı Mezopotamya’da değişen sosyal yapı dolayısıyla bir kentin önderliğinde birkaç kent devletinin birleşmesi ile ‘yerel devlet’ denilen siyasi organizasyon biçimi oluşmuştu ve bu durum başka dinsel ideolojileri gerekli kılıyordu kuşkusuz. İşte baştanrıcılık denilen inanış da bu devrede ortaya çıkıyor. Buna göre diğer kentlerin başkent konumuna yükselen kentin koruyucu tanrısı önderliğinde birleşip birbirleriyle ilişkilenmeleri bu yeni dinsel ideolojiyi hakim kılıyordu. Daha da sonraları sosyal yapının bir başka evresi olan ‘bölgesel devlet’ yapısına doğru değişen toplum, baştanrıcılık kavramını ‘yaratıcı baştanrıcılık’ denilen, örneğin bölgesel devletin başkentinin tanrısının Marduk olduğu, bir başka dinsel ideolojiye doğru çevirecekti. Buraya kadar olan kısım bugün dünyada olan toplumsal örgütlenme biçimlerinin bir öncülü olarak düşünülebilir pekala. Fakat sonrasında ortaya çıkan yeni yapılanmalar günümüz medeniyetlerinin toplum yapısının muştulayıcısıdır demek pek de yanlış bi tanımlama olmaz sanırım.
Nerede kalmıştık. Evet son olarak bölgesel devlet yapısına ulaşan medeniyetimizin geleceği bir sonraki aşama tahmin edebileceğiniz üzre imparatorluk evresi. Bu geçiş evresinin hangi sosyo ekonomik şartlar altında gerçekleştiği ise elbette toplumda değişen üretim biçimleri ve ekonomik ilişkiler ile yakından ilgili.
İmparatorluk evresinin başlarında  toplumda baştanrıcılık denilen ideolojinin, yaratıcı baştanrının egemenliğin bölgeden bölgeye geçişine bağlı olarak değişimi söz konusuydu. Bu durum yeni toplum yapısı için sıkıntılı bir süreçti ve yeni bir çözüm üretilmesini gerekli kılıyordu şüphesiz. Yeryüzünde sorun çıkmaması kargaşanın önlenmesi için gökyüzündeki gibi tek bir egemen olması gerekliydi. İmparatorluğun ruhban sınıfı, hiç şüphesiz imparatorluğun selameti adına (!) yaratıcı baştanrının yeryüzündeki temsilcisinin imparator olduğunu bildiren bir ideolojinin tohumlarını eker topluma. Bu sayededir ki imparatorluk birliği uzun bir süre varlığını devam ettirecektir. Mezopotamya dincileri dini ideolojiyi insanlığın kültürel evrimi sürecinde bu noktaya kadar getirebilmişlerdi fakat daha gidilecek uzun bir yol vardı. Din adamları dönemin toplumsal sınıflandırması içinde-evet sosyal tabakalaşma uzun bir süredir vardı- son derece önemli konumdalardı ve farklı kentlerin farklı tanrılara adanmış tanrılarından besleniyorlardı. Dahası, Mezopotamya genelinde konfederatif bir örgütlenme içindeydiler. Bunlardan birinin tanrısının gerçek, ötekilerin uydurmaca olduğunu kabul etmek, pek tabi gelir kaynaklarının da kısılması otoritelerinin sarsılması anlamını taşıyordu. İmparatorluğa gelinince, dinsel ideolojinin evriminin tıkanma noktasına geldiğini gösteriyordu bu durum.
Tektanrıcılığa geçiş
Dinsel ideolojideki bu tıkanıklık ilginçtir ,Mezopotamya dışındaki iki toplumdan gelecekti. Bu noktada lisans öğrenimimde zihin açıcı molalar olarak gördüğüm Prof.Dr.Uğur Tanyeli’nin ‘mimarlık tarihi’ derslerini anmadan geçemeyeceğim. Geleneksel düşünce ve modern düşünce yapısının farklılığı bağlamında her ders bıkmadan tekrar ettiği geleneksel dönemlerdeki düşüncelerin, ‘düşünce üreticileri’ dışındaki diğer herkes tarafından sorgulanmaksızın kabul edildiği gerçeğini anlamak o dönem benim için biraz zor olmuştu doğrusu. Fakat söz konusu binlerce yıl öncesinin inanç düşüncesi olunca toplumun tutumunun ‘inanmak’ tan başka bir şey olamayacağı fikri makul görünen bir gerçek. İşte o dönemlerde her toplumda var olan bu ‘düşünce üreticileri’ Güney Mezopotamya’da da iş başındalardı ve değişen dünya düzeninin bekası adına yeni ideolojiler üretmekteydiler. Düşünmek yerine inanma alışkanlığını yaratan koşullar kuşkusuz üretim koşullarına bağlı şekilleniyordu. Sözgelimi, toplumsal artının tek bir kaynaktan (tarımdan) çekilip tek bir katmana ya da ortak çıkarlar çevresinde birkaç katmana evrildiği toplumlarda, egemen katmandan yana bir dünya görüşü bulunması gerekiyordu ve insanların bu minvalde oluşan inanç biçimine sorgusuz sualsiz  inanmaktan başka bir şansı olamazdı. Fakat bu durum, son kertede, düşünce üreticilerinin de kurdukları bu inancın tutsağı olup dışına çıkamamaları gibi bir paradoks yaratıyordu  ki  bu durum değişmekte olan toplum yapısı için pek de olumlu sonuçlar vermeyecekti. İşte bu noktada, tektanrıcılık düşüncesi  az evvel sözünü ettiğimiz Hindistan ve Mezopotamya arasındaki konumuyla İran da ortaya çıktı ilk olarak. Bu inanışta dönemin inançlarından son derece farklı biçimde ruhani tek bir varlığa inanmayı öngören soyut bir inanış biçimi söz konusuydu. Tek tanrıcılıktan ziyade çift tanrılı bir din olduğunu söylemek daha doğru olur, zira dualite inancının şekillendirdiği bu dinde iyilik ve bilgelik tanrısı ahuramazda ve ayın karanlık yüzü olan ahriman denen bir de kötülük tanrısı olduğuna inanılıyordu. İşte yazının başlığında adı geçen Zoroaster, bizim bildiğimiz adıyla Zerdüşt, bu dini ortaya koyan peygamberin Latincedeki adı. Zerdüşt peygamberin Med diyarında kırsal bir bölgede hayvancılıkla uğraşan soylu bir aileden gelen bir din adamı olduğu sanılıyor. Değişen üretim ilişkileri ve sosyal yapı düşünülünce Zerdüşt’ün konumu itibariyle bu yeni dini muştulamasının uhrevi yönünden ziyade dünyevi yönünün ağır bastığını görmek güç değil kuşkusuz. 
Öte yandan bu yeni inancın felsefesinde o güne dek gelen inançlardan son derece farklı olarak bedenden soyutlanmış ‘evrensel’ bir tanrı vardır. Her iyi insanın görevi, iyilik tanrısının yanında yer almaktır. Bunun karşılığında bu dünyada gönenç ,öte dünyada ölümsüzlük vaadi vardır. Zoroasterciliğin bu soyut idealist görünümünün yanı sıra pratiğe yönelik kısmı bizim konumuzu daha yakından ilgilendiriyor. Bu ise materyalist düşünceye daha yakın bir dinsel ideolojiyi toplum hayatını şekillendiren eylemler çerçevesinde topluma benimsetiyor. Kötülük tanrısı ahriman’ın safında olduğuna inanılan kötülük güçlerine bir bakalım. Onaltı kötülük gücü arasında bitkileri donduran soğuk, hayvanları öldüren sinek, tahılları kemiren böcek, sürüleri telef eden yabanıl hayvanlar, insanlara zarar veren yoksulluk, salgın hastalıklar, ürünü ateşe verme, kandökücülük, kadın hastalığı kötülük güçleri arasında sayılmıştır. Dahası günah tutkular, kötü düşünceler, yaradandan kuşkulanma, gurur ve zorbalık, doğal olmayan cinsel davranış, büyü gibi günümüz toplumlarının pek de yabancı olmadığı ahlak kuralları çerçevesinde bir takım sakıncalı davranışlar da belirlenmiştir. Kolaylıkla görülebildiği gibi kötülük güçlerinin her iki kümesi, insanlığın insan-doğa ve insan-insan ilişkileri alanlarında karşılaştığı sorunlarla pratik anlamda ilgilidir. Söz konusu inancın aydınlık tarafında yer alan iyilik gücü ise, bu sorunların çözülmesine yönelik davranışlardan başka bir şey değildir. Örneğin çalışma, kötü ruhu yok eden en etkili yoldur. Toprağı ekip biçen, aylak oturup tanrıya yakaran bin kişiden daha değerlidir. Buna karşın insanın bedenine işkence olarak görülen oruç gibi çileci yollar üretimi körelttiklerinden günah sayılmıştır.
Toplum yapısını gözeten, kollayan pratik yapısı ile Zoroastercilik kimi batılı yazarlarca çağdaş batı(burjuva) değerlerine yakın bulunmuştur. Hatta öyle ki, kimilerinde göre Persler Yunanistan'da yenilgiye uğramayıp Avrupa'yı imparatorluğa katabilselerdi, Zoroastercilik  Ortaçağ’da ve günümüzde Avrupa halklarının inancı olabilirdi. Dinlerin belirleyici ögelerinin, siyasal yapı ve üretim biçimleri olduğu gerçeği çerçevesinde bu sava net bir yanıt vermek mümkün olmasa da, şayet tarihsel olaylar böyle gerçekleşseydi gerçekleşemeyeceğini  kim iddia edebilir.
Neden sonuç ilişkisi bağlamında bakıldığında da kenttanrıcılıktan bugünün tek tanrılı inanış biçimlerine uzanan dinsel ideolojilerin kronolojik evrimini belirleyen başat konunun kentler ve toplumsal örgütlenmeler olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bugünün medeniyetlerinde ise din malum olduğu üzre artık yerini başka hakim ideolojilere bırakmıştır. Fakat Zoroaster, binlerce yıl evvel buyurdukları ile bugün hala birçok uygar toplumda geçerli olan ahlak kurallarını belirlemiştir. Bu aşamadan sonrası ise hepimizin aşina olduğu Musevilik ile başlayan tektanrılı dinlerin 'kabiletanrıcılık'tan evrilen süreçteki yolculuğu. Bu kısım ise bir başka yazının konusu şüphesiz. Fakat bir diğer yazın  konusu olarak yine İlk Çağ Anadolu Medeniyetleri’ndeki en eski kentleri, mimarlık mesleğinin edindirdikleri bağlamında sosyolojik ve morfolojik olarak incelemektir düşüncem. ‘Bu kadar laf kalabalığı yeter sıkıldık’ diyenler için daha eğlenceli olacağından şüphem yok ancak bilinmelidir ki mimarlık ve şehircilik, burada da sözü edilen sosyo-kültürel ilişkilerden ve toplumların siyasal yapılarından bağımsız alanlar değildir. Doğrusu, bir sonraki yazıda da  dimağlar bulanabilir, aydınlanmanın ışığı gözleri kamaştırabilir benden söylemesi. Bu dipnotu da vererek huzurlarınızdan ayrılıyorum. Görüşmek üzere…

* Zerdüşt peygamberin Latincedeki adı.

KAYNAKLAR
Alaettin Şenel, Kemirgenlerden Sömürgenlere İnsanlık Tarihi, İMGE kitabevi
Özlem Çevik, Arkeolojik Kanıtlar Işığında Tarihte İlk Kentler ve Kentleşme Süreci, Kuramsal Bir Değerlendirme, Arkeoloji ve Sanat Yayınları
Jean Louis huot, Jean Paul Thalmann, Dominique Valbelle, Kentlerin Doğuşu, İMGE Kitabevi

















Sunday 4 July 2010

ayna

''O zamanlar aynalar dünyasıyla insanların dünyası şimdi olduğu gibi birbirinden kopuk değildi.Üstelik oldukça farklıydı da; ne varlıklar , ne renkler, ne biçimler aynıydı. İki krallık, ayna krallığı ve insan krallığı, uyum içinde yaşarlardı , aynalardan içeri girip çıkılabilirdi. Bir gece ayna halkı yeryüzünü istila etti. Güçlüydüler, ne var ki , Sarı imparator'un sihirli marifetleri baskın çıktı. İstilacıları geri püskürtüp aynalarına kapattı; onları , sanki bir rüya alemindeymişcesine , insanların tüm hareketlerini tekrarlama işiyle memur kıldı. Bu yaratıkları kendi güçlerinden ve biçimlerinden yoksun bırakıp sadece köle yansımalar durumuna soktu. Gelgelelim, gün gelecek, tılsım bozulacaktır.'' 


J.L.Borges, 'Aynalardaki Hayvanlar Alemi' 
Düşsel Varlıklar Kitabı,33.

seyyar manifesto

Saturday 3 July 2010

'coordinates of life'

70'li yıllarda yayımlanan fekat dönemin roman kurgu anlayışının epey dışında olmaktan mütevellit tutmayan romanı 'Tutunamayanlar' bugün artık kült bir romancının kült eseri. Oğuzcuğumun gündelik ya da özel ilgi alanı olan meselelere olan yaklaşımındaki mizah anlayışı ve ironi ilgi çekicinin de ötesinde komiktir. Romandan bir pasaj ; Tutunamayanların baş 'tutunamayan'ı Turgut Özben'in gerçekliğe galebe çalan saçma kuramı 'hayatın koordinatları'. Buyurun burdan okuyun.

Turgut: "her zaman kendime sorardım: neden noktaların, doğruların eğrilerin -ister düzlem, ister uzay şekiller olsun- koordinatları var da daha mükemmel olan insan ve onun ayrılmaz bir cüzü olan hayatın koordinatları yok? bu mesele hayatımı zehir eder; fakat, mevzu hakkındaki bilgisizliğim ve yetersizliğim elimi kolumu -nasıl yapıyordu bunu bilmiyorum- bağlardı. bir gün gene böyle (yani, elim kolum bağlı ve hayatım zehir olmuş bir vaziyetteyken) karnımın çok, ama pek çok, acıktığını hissettim. yemekten kalkalı daha çok zaman geçmediğini gayet iyi bildiğim için: 'hayırdır inşallah,' dediğimi hatırlıyorum. olağanüstü bir durum olduğunu seziyordum; fakat, ilham geldiğini anlayamamıştım tabii. yerimden kalktım, mutfağa gittim. bir iki lokma birşeyler yedim. tekrar odama dönüp divanda, boş bırakmış olduğumum kalıbımın üstüne, bir önceki durumda yattım. ne var ki, içimdeki, tarifi imkansız ve benim ibu gibi ruhi vaziyetlere alışık olmamam hasebiyle yanlış olarak açlık diye adlandırdığım bu kemirici duygu yatışacak yerde büsbütün alevlendi: çaresiz, divanda, bana iyice alışmış olan yerimi bırakarak tekrar mutfağa gittim. eskisine nisbetle daha çok yedim. yani, bir örnek vermek gerekirse: ilk gittiğimde, diyelim, beş birim yemişsem, ikinci gidişimde, sekiz birim filan yemiştim. fakat bu oburluk, beni tıkayacak yerde, büsbütün acıktırdı. artık yerimde duramaz olmuştum. mutfakla divandaki yerim arasında -tabir caizse- mekik dokuyordum, bir heyecan ağı örüyordum. dolapları, rafları, annemin misafirleri için kurabiye, bisküvi, şeker, çikolata ve fındık sakladığı büfe gözlerini, gardrobu ve orada özellikle, babamın ceketlerinin asıldığı bölmenin arkasında, karanlık olup da annemin görmeyeceğimi zannettiği yeri altüst ediyor, durmadan atıştırıyordum. o duruma gelmiştim ki, neredeyse, babamın, siyah elbisesinin yeleğinin alt cebindeki anahtarı alıp, özel dolabında sakladığı siyah havyarı bile yiyecektim. bu son arzumun dehşeti ve imkansızlığı, çılgın tutkularımın beni nereye götürdüğünü anlamamda başlıca amil oldu; işte, ancak o zaman kendime geldim ve bende bir gariplik olduğunu sezmeye başladım.bu duygu, muhakkak, bedeni açlıktan öte, tanımadığım bir şeydi. evet! bu, maddi bir açlık olamazdı; çünkü maddeler dünyasının elemanlarıyla tatmin olmuyordu. pek, ama neydi? basit bir, 'olmayana ergi' metoduyla, bunun manevi bir açlık olduğu neticesine vardım. evet! bu, manevi bir açlıktı; bu, ilim açlığıydı. bu açlık, beni bir hafiye gibi takip eden yüksek düşüncelerimin, tatmin edilemeyen ilmi emellerimin verdiği açlıktı. artık dayanamıyordum. gözüm, çevremde hiçbir şeyi görmüyordu. kagıt kalem aldım. divandaki yerimi süratle terkederek , masanın sert iskemlesine oturdum. ne yaptığımı bilmeden, kağıdın üstüne önce bir koordinat eksek takımı çizdim. ellerim bana itaat etmiyordu. sanki, görünmez bir kuvvetin tesiriyle bilmediğim bir yörüngenin üstünde hareket ediyordum. silkinip, kendime gelmeye çalıştım. acaba biraz daha yemek mi yeseydim? fakat, karnım o kadar şişmişti ki, bu fikre bedenim isyan etti. tekrar çizmeye başladım. önce, belirsiz şekiller gibi görünen bu esrarlı çizgiler yavaş yavaş, anlaşılır sistemler haline gelmeye başladı. kağıdın üstü, uzay şekiller, formüller ve ilk bakışta okunamayan notlarla dolmuştu. ben de bitmiştim; bütün içimin boşaldığını hissediyordum. masadan kalktım ve divanda, artık bana büyük görünen eski yerimi doldurdum güçlükle. farkında olmadan, kağıdı da elime almışım. önce, bu iki boyutlu nesneye boş nazarlarla baktım: ne demekti bütün bunlar? gevşek bir gayretle, yazdıklarımı, çizdiklerimi çözmeye çalıştım. ilk bakışta anlamsız görünen karalamalar gittikçe önem kazanmaya başladı. bu karanlıkta, yavaş yavaş bütün unsurlar, şaşılacak bir düzenle yerini buldu. görünüşte bedenimde bir hareket olmadığı halde, içimin şiddetle sarsıldığını duyuyordum. gerçekten sarsıcı müthiş bir gerçekle karşı karşıya kalmıştım: ben, yeni bir sistem bulmuştum. kağıdın üstündeki o kargacık burgacık çizgiler arasında ( halbuki, bilirsin benim yazım okunaklıdır) ' hayatın kordinatları' nazariyesinin esasları yatıyordu.


......


Turgut: ''ben senin bildiğin profesörlerden değilim. bu nazariye ömrüm boyunca yeter bana. Dinle ve hak ver sadece:

''Hayatın koordinatları deyiminden kısaca şunu anlıyoruz: bir insanın, belirli bir zamanda, belirli bir yerde ve belirli şartlar altında ne yapmış olduğunu bilirsek bu bilinenlerle, yani hareket ve zaman boyutlarının önceden tesbitiyle, bu verilere dayanarak yazılan ve sabit katsayıları, o insanın tayin edilmiş özellikleriyle belirlenen denklemlerin, zaman değişkenine göre çizilen eğrileri, bize o insanın ileride ne gibi şartlar altında ne yapacağını gösterir. Şimdiye kadar yaptığım incelemeler, dokuz bilinmeyenli, yani dokuz eksenli bir sistemde bir insanın bütün hayatının denkleminin yazılabileceği ve buna istinaden de, hayatın koordinatları metoduyla varlığının ifade edilebileceği merkezindedir. Böylece, insan hayatına ait meselelerin önceden, yani yaşanmadan, çözülebilmesi imkan dahiline giriyor.''

sayfa:69-72



cloaca maxima

Yazıları yazmaya çalışan acemi bir mimar olunca konuyla ilgili ahkam kesmesi haliyle kaçınılmaz oluyor. Lewis Mumford'un 'ağır' kaynak kitabı 'Tarih Boyunca Kent'de  detaylı olarak sözü edilen Cloaca Maxima , Antik Roma'nın en eski mühendislik anıtı. 2500 yıldır Roma'nın boşaltım sisteminin(!) yükünü çeken bu açık lağım, artık büyük bir metropole dönüşen kentin bugünkü durumunu sezinleyen müthiş bir öngörü yeteneğinin ürünü.tez vakitte gidilip görülesi. mümkün olursa gravürden fazlasını da koyarız elbet.

''rigor mortis'' hakkında..

diğer adıyla ölüm sertliği..oda sıcaklığındaki bir insan bedeninin ölümden 3-4 saat sonra başlayan katılaşması 12 saat sonunda pik yapar, 36 saat sonra da bu durum ortadan kalkar.