Sunday 4 July 2010

ayna

''O zamanlar aynalar dünyasıyla insanların dünyası şimdi olduğu gibi birbirinden kopuk değildi.Üstelik oldukça farklıydı da; ne varlıklar , ne renkler, ne biçimler aynıydı. İki krallık, ayna krallığı ve insan krallığı, uyum içinde yaşarlardı , aynalardan içeri girip çıkılabilirdi. Bir gece ayna halkı yeryüzünü istila etti. Güçlüydüler, ne var ki , Sarı imparator'un sihirli marifetleri baskın çıktı. İstilacıları geri püskürtüp aynalarına kapattı; onları , sanki bir rüya alemindeymişcesine , insanların tüm hareketlerini tekrarlama işiyle memur kıldı. Bu yaratıkları kendi güçlerinden ve biçimlerinden yoksun bırakıp sadece köle yansımalar durumuna soktu. Gelgelelim, gün gelecek, tılsım bozulacaktır.'' 


J.L.Borges, 'Aynalardaki Hayvanlar Alemi' 
Düşsel Varlıklar Kitabı,33.

seyyar manifesto

Saturday 3 July 2010

'coordinates of life'

70'li yıllarda yayımlanan fekat dönemin roman kurgu anlayışının epey dışında olmaktan mütevellit tutmayan romanı 'Tutunamayanlar' bugün artık kült bir romancının kült eseri. Oğuzcuğumun gündelik ya da özel ilgi alanı olan meselelere olan yaklaşımındaki mizah anlayışı ve ironi ilgi çekicinin de ötesinde komiktir. Romandan bir pasaj ; Tutunamayanların baş 'tutunamayan'ı Turgut Özben'in gerçekliğe galebe çalan saçma kuramı 'hayatın koordinatları'. Buyurun burdan okuyun.

Turgut: "her zaman kendime sorardım: neden noktaların, doğruların eğrilerin -ister düzlem, ister uzay şekiller olsun- koordinatları var da daha mükemmel olan insan ve onun ayrılmaz bir cüzü olan hayatın koordinatları yok? bu mesele hayatımı zehir eder; fakat, mevzu hakkındaki bilgisizliğim ve yetersizliğim elimi kolumu -nasıl yapıyordu bunu bilmiyorum- bağlardı. bir gün gene böyle (yani, elim kolum bağlı ve hayatım zehir olmuş bir vaziyetteyken) karnımın çok, ama pek çok, acıktığını hissettim. yemekten kalkalı daha çok zaman geçmediğini gayet iyi bildiğim için: 'hayırdır inşallah,' dediğimi hatırlıyorum. olağanüstü bir durum olduğunu seziyordum; fakat, ilham geldiğini anlayamamıştım tabii. yerimden kalktım, mutfağa gittim. bir iki lokma birşeyler yedim. tekrar odama dönüp divanda, boş bırakmış olduğumum kalıbımın üstüne, bir önceki durumda yattım. ne var ki, içimdeki, tarifi imkansız ve benim ibu gibi ruhi vaziyetlere alışık olmamam hasebiyle yanlış olarak açlık diye adlandırdığım bu kemirici duygu yatışacak yerde büsbütün alevlendi: çaresiz, divanda, bana iyice alışmış olan yerimi bırakarak tekrar mutfağa gittim. eskisine nisbetle daha çok yedim. yani, bir örnek vermek gerekirse: ilk gittiğimde, diyelim, beş birim yemişsem, ikinci gidişimde, sekiz birim filan yemiştim. fakat bu oburluk, beni tıkayacak yerde, büsbütün acıktırdı. artık yerimde duramaz olmuştum. mutfakla divandaki yerim arasında -tabir caizse- mekik dokuyordum, bir heyecan ağı örüyordum. dolapları, rafları, annemin misafirleri için kurabiye, bisküvi, şeker, çikolata ve fındık sakladığı büfe gözlerini, gardrobu ve orada özellikle, babamın ceketlerinin asıldığı bölmenin arkasında, karanlık olup da annemin görmeyeceğimi zannettiği yeri altüst ediyor, durmadan atıştırıyordum. o duruma gelmiştim ki, neredeyse, babamın, siyah elbisesinin yeleğinin alt cebindeki anahtarı alıp, özel dolabında sakladığı siyah havyarı bile yiyecektim. bu son arzumun dehşeti ve imkansızlığı, çılgın tutkularımın beni nereye götürdüğünü anlamamda başlıca amil oldu; işte, ancak o zaman kendime geldim ve bende bir gariplik olduğunu sezmeye başladım.bu duygu, muhakkak, bedeni açlıktan öte, tanımadığım bir şeydi. evet! bu, maddi bir açlık olamazdı; çünkü maddeler dünyasının elemanlarıyla tatmin olmuyordu. pek, ama neydi? basit bir, 'olmayana ergi' metoduyla, bunun manevi bir açlık olduğu neticesine vardım. evet! bu, manevi bir açlıktı; bu, ilim açlığıydı. bu açlık, beni bir hafiye gibi takip eden yüksek düşüncelerimin, tatmin edilemeyen ilmi emellerimin verdiği açlıktı. artık dayanamıyordum. gözüm, çevremde hiçbir şeyi görmüyordu. kagıt kalem aldım. divandaki yerimi süratle terkederek , masanın sert iskemlesine oturdum. ne yaptığımı bilmeden, kağıdın üstüne önce bir koordinat eksek takımı çizdim. ellerim bana itaat etmiyordu. sanki, görünmez bir kuvvetin tesiriyle bilmediğim bir yörüngenin üstünde hareket ediyordum. silkinip, kendime gelmeye çalıştım. acaba biraz daha yemek mi yeseydim? fakat, karnım o kadar şişmişti ki, bu fikre bedenim isyan etti. tekrar çizmeye başladım. önce, belirsiz şekiller gibi görünen bu esrarlı çizgiler yavaş yavaş, anlaşılır sistemler haline gelmeye başladı. kağıdın üstü, uzay şekiller, formüller ve ilk bakışta okunamayan notlarla dolmuştu. ben de bitmiştim; bütün içimin boşaldığını hissediyordum. masadan kalktım ve divanda, artık bana büyük görünen eski yerimi doldurdum güçlükle. farkında olmadan, kağıdı da elime almışım. önce, bu iki boyutlu nesneye boş nazarlarla baktım: ne demekti bütün bunlar? gevşek bir gayretle, yazdıklarımı, çizdiklerimi çözmeye çalıştım. ilk bakışta anlamsız görünen karalamalar gittikçe önem kazanmaya başladı. bu karanlıkta, yavaş yavaş bütün unsurlar, şaşılacak bir düzenle yerini buldu. görünüşte bedenimde bir hareket olmadığı halde, içimin şiddetle sarsıldığını duyuyordum. gerçekten sarsıcı müthiş bir gerçekle karşı karşıya kalmıştım: ben, yeni bir sistem bulmuştum. kağıdın üstündeki o kargacık burgacık çizgiler arasında ( halbuki, bilirsin benim yazım okunaklıdır) ' hayatın kordinatları' nazariyesinin esasları yatıyordu.


......


Turgut: ''ben senin bildiğin profesörlerden değilim. bu nazariye ömrüm boyunca yeter bana. Dinle ve hak ver sadece:

''Hayatın koordinatları deyiminden kısaca şunu anlıyoruz: bir insanın, belirli bir zamanda, belirli bir yerde ve belirli şartlar altında ne yapmış olduğunu bilirsek bu bilinenlerle, yani hareket ve zaman boyutlarının önceden tesbitiyle, bu verilere dayanarak yazılan ve sabit katsayıları, o insanın tayin edilmiş özellikleriyle belirlenen denklemlerin, zaman değişkenine göre çizilen eğrileri, bize o insanın ileride ne gibi şartlar altında ne yapacağını gösterir. Şimdiye kadar yaptığım incelemeler, dokuz bilinmeyenli, yani dokuz eksenli bir sistemde bir insanın bütün hayatının denkleminin yazılabileceği ve buna istinaden de, hayatın koordinatları metoduyla varlığının ifade edilebileceği merkezindedir. Böylece, insan hayatına ait meselelerin önceden, yani yaşanmadan, çözülebilmesi imkan dahiline giriyor.''

sayfa:69-72



cloaca maxima

Yazıları yazmaya çalışan acemi bir mimar olunca konuyla ilgili ahkam kesmesi haliyle kaçınılmaz oluyor. Lewis Mumford'un 'ağır' kaynak kitabı 'Tarih Boyunca Kent'de  detaylı olarak sözü edilen Cloaca Maxima , Antik Roma'nın en eski mühendislik anıtı. 2500 yıldır Roma'nın boşaltım sisteminin(!) yükünü çeken bu açık lağım, artık büyük bir metropole dönüşen kentin bugünkü durumunu sezinleyen müthiş bir öngörü yeteneğinin ürünü.tez vakitte gidilip görülesi. mümkün olursa gravürden fazlasını da koyarız elbet.

''rigor mortis'' hakkında..

diğer adıyla ölüm sertliği..oda sıcaklığındaki bir insan bedeninin ölümden 3-4 saat sonra başlayan katılaşması 12 saat sonunda pik yapar, 36 saat sonra da bu durum ortadan kalkar.